I love Paris in the springtime

Ön not: Yazı yaklaşık 3 sene önce yazılıp, ancak online olduğu için azıcık zaman kayması var. İdare edin artık :)

Önceki yaz İtalya'yı pek bir iştahla gezince, ülkemizin güzide sahil kenarlarında fiyat dudukları uçuklatınca yine bir yerleri turlasak mı sorusunu akla getirdi. Benim asıl isteğim Endonezya olmakla birlikte maalesef eşimi iknada başarısız oldum. Disneyland'la kandırayım diyip Paris kartını oynadım ve tuttu.

Ne ben ne eşim Frankafon olmadığı gibi Paris'e özel bir ilgimiz de olmadığı için Disneyland'a gitme isteği ile yola çıktık. İtalya'nın yorgunluğu hafızamızdan çıkmadığı için de minimal bir program izlemeye karar verdik. 5 gün Paris, 3 gün Disneyland olarak planladık(m) tatili. Yine ben gün gün program hazırladım, hatta bu sefer sersem sepelek gezmeyelim diye restoranları bile seçtim. Öyle böyle derken yola koyulduk.

Pegasus'un uygun (!) fiyat uygulaması neticesinde THY ile gitmeye karar verdik. Sabiha Gökçen üstünden CDG'e gayet rahat bir uçuş ile Paris'e ulaştık. Gibi. Gibi diyorum çünkü CDG'de bagaj alımı bölümünde bırakılan bir valizden dolayı güvenlik önlemi olarak bir saat beklemek durumunda kaldık. Şansa bak, bu adamlar neden bişi yapmıyor ki nidaları eşliğinde çıktık havalimanından. Dönüş için gittiğimizde aynı anonsu duyunca anladık bu adamların işi çok zor!



3. terminalden trene bindik. Bilet aldığımız yerdeki kadın otelimize ulaşmamızı sağlayacak metro hattına kadar oldukça yardımcı oldu. O tipik Fransızlar soğuktur, İngilizce konuşmayı sevmiyorlar geyiklerinin aksine ilk andan itibaren bir sıkıntı çekmediğimizi de ayrıca belirtmek isterim.

Gelelim tren/metro hatlarına. Klostrofobik ortamların beni basması dışında Fransızca rap kliplerinden fırlamış tiplerin toplandığı tekinsiz bir havası vardı trenin. Gerçi şehir içinde ulaşım için kullandığımız metro hatlarının çoğu daha normal (sidik kokusu ve keşleri saymazsak!) gözükmekle birlikte bazı istasyonlar kriminal bir etki yaymakta. (Yazarın notu: Aynı hissiyatı bizim metro/dolmuş/otobüsleri kullanan ecnebiler de hissediyordur muhakkak. Herkesin kriminali kendisine sapık görünürmüş!)




Daha önce Paris'e gitmiş olmakla birlikte, bir iki gün kaldığımız ve yaklaşık 13 sene önce vuku bulduğu için otel olarak hangi lokasyonu seçmemiz gerektiğine dair çok bir fikrim yoktu. Gerçi gidince gördük ki bütün olay metro ile kolaylıkla halledildiği için çok da kasmaya gerek yokmuş. Ben Hotel Eden'de yer ayırtmıştım. Artık Paris'in tatile çıktığı Ağustos ayında gittiğimizden midir nedir bilmem oldukça sakin bir muhitte idare eder bir oteldi. Minik birşeydi.

Benim hazırladığım tur programı ilk günden yalan oldu. İlk başta yürüyerek gezermişiz gibi geldiği için ilk gün 4-5 saatte haşadımız çıktı. Bir Eyfel yapalım, dur Concorde Meydanı'ndan geçelim, Champs Elysse'yi atlama derken...

En önemli meseleye değinmek isterim dostlar... Yemek! Biz bol bol yemek yedik. Fiyatlar çok uygun, restoranlar çok çeşitli, yemekler de oldukça lezzetli idi. Turistik bölgelerde zaten menü yapmışlar 10-12-16-... Euro gibi fiks menülerde giriş, ana yemek, tatlı seçebiliyorsun. Fransız restoranı, Hint Restoranı, Yunan Restoranı, Lübnan Restoranı, Çin Restoranı gibi her tür restoran mevcut. Biz de hepsinden denedik. Ama en beğendiğimiz restoran ilk gün tesadüfen girdiğimiz Villa 15 oldu. Hem fiyatlar uygun hem de inanılmaz lezzetli. Özellikle biftekleri öneriyorum. Benim gibi et sevmeyen adam bile medium pişmiş bifteği şapır şupur yiyorsa diyecek başka sözüm yok.

Bir de tabii ki yol kenarındaki kafelerde oturup kahve içeceksiniz. Görgüsüzlük yapıp instagramdan paylaşmayın ama. Baydı gerçekten. Eskiden facebooktan paylaşmak için bile fotoğrafı atardın bilgisayara, ordan sanal alemlere derken yüklemek birkaç gün alırdı. Şimdi herşey şipşak, sonuç ortada. Yapmayın. Ha bir de sıraya girip Ladurée'den makaronunuzu yiyin.


Versailles Sarayı'na gitmek istiyorduk ama mesafe ve bütün günü tek bir yerde geçirme düşüncesi cazip gelmediği için atladık. Onun dışında şehir içi bütün mekanları öyle ya da böyle dolaştık. Kendimizi müze manyağı yapmamaya karar verdik bu sefer ve Louvre ile yetindik.

Da Vinci Şifresi, Mona Lisa geyikleri eşliğinde 45 dakikalık bitirici bir bekleme sonrası girdiğimiz Louvre, gerek büyüklüğü gerekse sunduğu eserlerin çeşitliliği ile bizi büyüledi.


En beğendiğimiz mekan Saint Michel bölgesi oldu. Kafeleri, dükkanları bize pek bir sevimli, pek bir canlı geldi.

Bir dolu bahçe var. Hatta Medicilerin Fransızlara gelin gideninin (ismini hatırlayamadım :/)yüzü suyu hürmetine yapılmış Lüksemburg bahçesi var mesela. Floransa'daki Boboli'den sonra pek bir yavan ve sıkıcı geldi.

Gelelim alışveriş mevzularına... Valla ben önceden internet araştırmamda illa şuna bakayım buna bakayım diyebileceğim birşey bulamamıştım. Nitekim gittiğimde de bulamadım. Türkiye'de de olan tipik markalar var. Fiyatlar aynı düzeyde. Belki elektronik almaya niyetiniz varsa karlı olabilir. ama gideyim ucuz parfüm, kıyafet, kozmetik alayım diye beklemeyin. Kiko adlı İtalyan kozmetik markasının fiyatları çok uygun, eğer düşünürseniz (ki artık ülkemizde bulmak mümkün). Bir de bol miktarda 2. el giysi satan yerler var. Ben 50li yıllar esintili bir elbise buldum, onu aldım. Bu tür dükkanları araştırıp giderseniz ve belli bir bütçe ayırmaya niyetliyseniz Chanel, Prada vs bulabilirsiniz.

Kısacası okur, Paris zaten deli divane olduğum bir yer değildi. Görmüş olalım diye gittiğimiz ve gördüğümüz bir yer oldu. Yediğimiz güzel yemekler, macaronlar dışında bizi büyüleyen bir yanı olmadı. Sanırım İtalya'dan sonra görünce pek zevk vermedi.

Bir de "ya bu nasıl bir gezi notu, yedik-içtik-gezdik" diyen olursa ağzına terlikle vururum. Ne yapacaktık daha hacı, gezdik geldik işte!

Disneyland seferini sonraki yazıya saklıyorum. Hadi bakalım...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gezi Notları : Kamerun - Yaounde

Gezi Notları : Kuveyt

Gezi Notları: Bangladeş