Kayıtlar

Şubat, 2012 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Türk Usulü

Resim
Bundan 10-15 sene öncesine kadar vüzyona Türk filmi dendiğinde, belli bir vasatlığa para yatırıldığı anlamına gelirdi. Sinan Çetin'in Bay E'si geliyor mesela gözümün önüne. O nedir o? Ama "İstanbul Kanatlarım Altında" gibi güzel filmler de araya kaynamıştı mesela. Ancak istisnalar kaideyi bozmaz, o korkunç hababam devam filmleri, Şafak Sezer'li, Mehmet Ali'li filmler bir dönem o kadar fazlaydı ki türk filmi denince kafayı çevirirdim, para ödeyip gitmek bir yana dursun. Ferzan Özpetek'i, Fatih Akın'ı sokmadığımız bu sınıf içinde son yıllarda sinemada izlediklerim çok azdır, aralarından da belki 1 bilemedin 2 tanesini beğenmişimdir. Türk filmi deyince gözümde şunlar canlanıyor: Kendini komik sana baya tiplerin rol aldığı anlamsız filmler, holivud çakması filmler, fazla deneysel filmler, fazla "sorunlara değinen" filmler, halkı ağlatarak para kazanmaya çalışan filmler... Son dönemde sinemaya götüren filmlerden çok, sinemada film izleme isteği ü

Kırmızı Halıda Yürümek Zordur

Resim
Bu seneki Academy Awards'a yöneltilen bir diğer eleştiri kırmızı halının fazla uzun olmasıydı. Giderek kapitalistliğin doruklarına ulaşan sanal ve gerçek alemin bir yansıması olsa gerek. Blogları takip etmeye başladığımdan beri, özellikle kadınların kanına kolay giren makyaj gibi bir konuda çok sayıda fikri olan blogger olması ve sundukları fikirlerin bir kısmının birçok kişi tarafından tekrar edilmesi sonucu bazı ürünler için genelgeçer bir "yetkili kişi onayı" niteliği kazanması gibi tuhaf bir durum var. Yani X firmasının allığı herkeste olmalı gibi.  Bilmem ne markanın şu kremini kullanmazsanız ölünüz :p Bir de firmaların bunların bir kısmını ücretsiz olarak yolladığını düşünürsek, vahşi bir pazarlama yönteminin etrafımızı sardığını hissediyorum. İşte bu pazarlama yönetiminin diğer bir ayağı da Oscar gibi organizasyonlar. Bu çok ünlü hatunlar ne giymiş, suratına ne sürmüş, kulağına ne takmış, gelin siz de aynısını kullanın. Eminim günün ilerleyen saatlerinde makyajlara

Oscar Oscar baksana, bana da bir kıyak yapsana!

Resim
Dünya'nın öteki ucunda gerçekleşiyor olması sebebi ile hep uykulu bir şekilde izlen(eme)me sonucu ile yüzleşen Oscar Ödül Töreni nam-ı diğer Academy Awards bu senede sahiplerine kavuştu. Hangi olaya çok beklenti ile yaklaşılırsa patlar ya, Oscarlar da istisnasız aynı şekilde hep bir eksiklik, tuhaflık, yanlışlık duygusu uyandırarak kimilerini memnun etmez. Bu senede öyle oldu tabii ki. Son 1 saatini izlediğim törenin Türkiye ayağının değişmez yorumcuları Mehmet Acar, Tuğrul Özyılmaz ve Yekta Kopan'a kulak vererek en önemli 4 ödülü canlı kanlı izleme fırsatı buldum. Öncelikle filmlerden hiçbirini henüz izleme fırsatı bulmadığım için onların değerli yorumları doğrultusunda/onların gözü ile bekledim sonuçları. En iyi yönetmen The Artist'e gitti. Özyılmaz'a göre Hugo ile Martin Scorcese'nin hakkı olan ödül, Cannes'dan beri ortalığı gereksiz yere ayağa kaldıran The Artist'e giderek beklenen ama hakkedilmeyen bir sonuç ortaya koydu. En iyi erkek oyuncu da yine T

Poirot Baykuş

Resim
Daha önce demiştim, polisiye kitapları çok severim diye. Bu aralar yeni bir seriye takıldım. Jason Goodwin'in Yaşim Serisi. Yaşim, II. Mahmud döneminde yaşayan, eskiden Saray'da çalışan bir hadımdır. Saray'dan ayrılıp kendi hayatını yaşamaya başlayan Yaşim'in en yakın arkadaşı Polonya Büyükelçisi Palewski'dir. Beraber yemek yemeyi, sohbet etmeyi severler. İstanbul'da gerçekleşen polisiye olaylar bir şekilde Yaşim'in kapısında biter. Her ne kadar Christie'nin Belçika kökenli Poirot'su İngiltere'de çoğunlukla küçük gördüğü İngilizlerin suçlarını ortaya çıkarırken Yaşim kendi ülkesinde suçların peşine düşmüştür. Ancak Yaşim'in içinde bulunduğu dönem Osmanlı'nın diğer ülkere olan bağımlılığının arttığı bir dönemdir. Bundan dolayı kendisini bir Fransız sanan İngilizlere katlanmak zorunda kalan Poirot gibi Yaşim de kendini beğenmiş İngilizlere, Fransızlara katlanmak zorundadır. Hatta böyle bir ortamda artık kağıt üzerinden ülkesi silinmiş, am

Bir sene daha...

Resim
Bu ayın 14'ü itibariyle 30 oldum. Henüz bir farklılık ya da sıkıntı hissetmiyorum ama bakalım? Nedense çevremdeki insanları daha çok sarsıcı bu düşünce galiba, bir kadının 30 olması. Neden acaba? Var mı sizin bu konuda bir fikriniz?

Dizici Baykuş

Resim
Azıcık dizi dünyasında neler oluyor bakalım... - "House" mayıs ayında bitiyormuş. Eh beklenen son! - "Fringe" son bölümüyle tekrar coştu, yuppiii!!! - "Vampire Diaries" sezonu başarıyla tamamlayacak tek dizi gibi duruyor. - "Pan Am" bir var bir yok yayınlarıyla devam ediyor mu desem, etmiyor mu desem bilemedim. - "Are You There Chelsea" son dönemde en eğlenerek izlediğim dizi. Ama izlenme oranı düşükmüş, yakında "puff" yok olabilir. - Yüz vermediğim "Ringer" sonunda hikayede bir yere varmayı başardı. Bu Malcolm sürekli diziden kayboluyor, neden acaba? - "Once Upon A Time" bu aralar en izlenesi dizi. Konusu sürekli ilerliyor, karakterler hakkında yeni açılar yaratıyor, başarılı. - "Revenge" hikayedeki güya dramatik çıkışlara rağmen sadece seyrinde ilerliyor, bizi meraklara sevk etmiyor. Bu böyle bilinsin! -"How I Met Your Mother" kısa olmasa izleme listesinden silinec

Bu diziyi de izliyorum ya beni affet!

Resim
İnsanların başkalarıyla paylaşmaktan itina ettikleri utanç anları vardır, detaya girmeyeyim. Benimkilerden birini açıklayacağım size. Show TV'nin rezil dizilerinden Beni Affet'i izlediğim anlar, işte o utanç anları sevgili okur! Türkiye'den 2 saat önde bir yerde yaşamanın TV alışkanlıkları üzerine kötü bir etkisi oluyor. Eğer Türk kanallarını takip ediyorsanız prime time'ınız, gündüz kuşağınız vsniz şaşıyor. Akşam eve gidip, bir güzel yemek yedikten sonra TV karşına geçtiğimde Bugün Ne Giysem'in son 15 dksını yakalıyorum, sonrası da bir boşluk! Ben bütün gün, abartısız diyorum, haber izleme potansiyeline sahip bir insanken eşim de anti-haberci olduğu için haber izleme eşiğimiz çok düşük. Hal böyle olunca, yemekten sonra NTV ve benzeri kanallar rağbet görmüyor. Akşam haberleri de başlamamış oluyor. Hatta Sponge Bob bile olmuyor! Eh, böyle olunca yemeğin rehavetini atacağımız bir tv izlencesi gerekiyor. Son bir haftadır bu izlence Beni Affet oldu :s Bu diziyle

Feminist Rüzgarlar

Hani son dönemde televizyonda dönen bi reklam var, mantının, sucuğun, pastırmanın vs.nin soyadı olduğunu iddia ediyor? Önce ailecek (kocam ve ben) bu konuyu tartıştık, ne demek istiyor bu reklam diye. Sonunda benim vardığım kanaat şu oldu: Ön isim malın kendisi (örn: Mantı) soyad da o marka. Başka bir anlamdırma yapamadım. Neyse bu girişti, çok da önemli değil :) Geçen gün evlenen kadının soyadını tutması tutmaması meselesi üzerine konuşuyorduk arkadaşlarla. Bayanlardan bir kısmı ikinci bir soyadın uğraştırıcı olduğunu söyleyerek bıraktıklarını söylediler. Alışma sürecinin sonunda kendi soyadlarını özlemediklerini de belirttiler. Ben karşıyım buna! Bakın elin İspanyolu kaç tane soyad varsa alıyor ve hatta çocuğuna da geçiriyor. Ben bilmem kaç sene Gezgin Baykuş olarak kendimi tanıttıysam ve bu isimle kendimi özdeşleştirdiysem şimdi neden Gezgin Atmaca olayım? İsimler ister istemez kişiliğimizin bir parçası oluyor, onu kenara koymak niye? Burdan evlenecek genç kızlara tavsiyem :) So

Kemikler tıkırdarken

Resim
Ve okur, ben ne dedim? Dizilerin sonu yok dedim. Buyrun bir dizi yorumu daha... Ya ne izlesem, hımm onu mu bunu mu? Hımm yeni bölümü de yayınlanmamış diyerekten dizilere göz atarken hiç kaale alınmadan geçilen diziler olur ya? n azından bana öyle oluyor. İşte onlardan biri de Bones'dur benim için. Çünkü bilmem kaç sezonu geçmiş. Ben de aç da ilk sezondan izle hissiyatı yaratmamaktadır. Bakınca niyeyse çekici bir yanı gelmez. Lakin bu bünye kaç dizi kaldırdı, Bones'u mu kaldırmayacak? Bir kaç hafta önce David Boreanaz hatrına bir bakayım dedim, hatta iyimser yaklaşıp her sezondan çakarım 4-5 bölüm bile dedim. Lakin daha ilk bölüm baydı. Görüntü kalitesi düşük (onlize izleme girişimi), saç modelleri eski, böyle kötü, tanıtıcı pilot bölümlerinden biri. Yok dedim olmicikk bu. Kapadım. Sonra başka bir gün yeni sezonun yeni bölümüne denk geldim. Hadi Bismillah dedim, başladım izlemeye. Hımm fena değil diyerek baymadan bitirdim. Hatta yalan yok sardı bile. Eh hadi bir önceki -

Düştüm Austen Yollarına

Resim
Mini dizi aslında başarılı bir olgu. İzliyorsunuz 3 ila 8 bölüm arası bir diziyi ve hoopp bitti. Zihninizde güzel hatıralarla ayrılıyorsunuz. Öyle Lost'ta olduğu gibi bilmem kaç sene gerilip gerilip kalmıyoruz. Yok, yok Lost'u da çok severim ben. Bu yazının konusu anladığınız üzere bir mini dizi: Lost in Austen. Son dönemde Austen filmleri, dizileri eksik olmuyor. Kadıncağız altı üstü 6 tanecik kitabı var ama asla eskimiyor, asla sonu gelmiyor uyarlamaların. Kadınların dünyasına bakış açısı zaman açısından oldukça evrensel bir dil sunduğu için hangi devirde olursa olsun kadın okuyucunun kalbinde ayrı bir yeri oluyor. Bir de olaylar bir İngiliz kasabasında geçince, etrafta Lordlar, Lady'ler, reveranslar, danslar, dönem giysileri, çaylar, mektuplaşmalar... olunca. Her daim kadınlara ilgi çekici geliyor. Lost in Austen da 4 bölümlük mini bir dizi. Hikayemizin baş karakteri Amanda Price (Jemima Rooper) "Pride and Prejudice"la kafayı bozmuş, gerçek hayattan kaçma

Holmes, Sherlock Holmes!

Resim
Dizi muhabbeti sizleri ne kadar baydı ya da aydı bilemem ama azcık daha sürecek, sabredin! Başlıktan anlaşılacağı üzere şimdi elimizi, gözümüzü bir Brit dizisine attık: Sherlock. Öncelikle izlemediyseniz, muhakkak ama muhakkak izleyin! Bu birrr... O kadar dizi izleyip beyin sulandıran bir insan olarak bu diziye çok kuşkucu yaklaştım ve elimi uzunnn bir süre sürmedim. Ama bir sorun bakalım niye? Niye? Çünkü holivud versiyonu filminin çıktığı dönemlere denk gelmişti. "Amanın bu tuttu, dur bundan biz de nemalanalım" şeklinde ortaya çıkan filmleri, dizileri sevmiyorum. O yüzden gayet ön yargılı olarak kenara attım. Sonracıımmaa, dizinin posterinde Sherlock'un o fularlı hali falan bende dönem dizisi izlenimi bırakmıştı. Baydı ama bu dönem dizisi diyip, tekrardan ilk nedenle bağdaştırıp koydum kenara. Lakin dostlar, geçenelrde Cnbc'-e'de tanıtımı döndü ve "neyyy" oldum. Meğersem günümüzde geçiyormuş bu dizi. Hımmm dedim usulca. Bir bölümcük bakabilirim

Allah Kimseyi Açlıkla Sınamasın

Resim
Ey Ahali! Söyleyin bana, duymayan kaldı mı The Hunger Games'i? Valla yalan yok, ben de 2 ay önce duydum :) Çok da büyük kayıp değilmiş daha önce duymamış olmak. Suzanne Collins isimli yazarın 3 kitaplı bir seri olarak hayatımıza soktuğu trilogynin ilk kitabı Hunger Games. Film haberleri ayyuka çıkınca ancak haberim olan kitaba daha fazla kayıtsız kalamadım ve genelde önce kitap, sonra film alışkanlığımın bir tekrarı olarak önceki ay kitabı okudum. E-book olarak edindiğim (?!) serinin ilk kitabını bir günde okudum. Gerçi çok sıktığı yerleri atladım. Bu da gösteriyor ki büyük ekran bir bilgisayarda kitap okuma zevki de bir ayrıymış, bir pratikmiş. Neyse konumuza dönersek, film ütopik/distopik bir gelecekte geçmekte. Bildiğimiz dünya yıkılmış, Kuzey Amerka'da 13 bölgeden oluşan bir yönetim kurulmuş. Hafiften Ages of Empires havası estitircesine her bölgenin uzmanlaştığı bir alan var. Bir de hepsinin çıban başı olan Capitol. Şimdi bu bölgeler vakti zamanında Arap Baharlarına ka

Vampirden Dost Olur mu?

Resim
Efsanevi vampir karakteri Edward can veren, kan veren Robert Pattinson yeni bir filmle karşımıza çıkmaya hazırlanıyor. Heyecan var mı heyecan? Yok tabii ki. Bu çocuk/boy/garçon ne zaman yakışıklı ilan edildi, nasıl oldu ben de anlamadım. Bildiğin yağız Türk delikanlısının açık renklisi. Öyle şatafatlı bişeyi yok ama, oldu bi kere! 1885 yılın Guy de Maupassant'ın yazdığı bel Ami romanının filme uyarlanmış halinde Pattinson başrolleri Uma Thurman, KristinScott Thomas ve Christina Ricci ile paylaşıyor. Filmin/romanın konusu, Paris'te genç bir gazeteci olan Georges Duroy'un önemli mevkideki kadınları baştan çıkararak Paris'in en başarılı isimlerinden birine dönüşmesi üzerine. Oyuncu kadrosu gayet sıkı görünen film bakalım nasıl çıkacak? bu ay gerçekleştirilecek 62. Berlin Uluslararası Film Festivali'nde gösterilmesi öngöülen film, Mart'ta ABD'de gösterime girecek. Henüz Türkiye gösterim tarihi belli olmayan filmin çok geçmeden ülkemizde de gösterime girece

Groundhog Day

Resim
Bugün Groundhog Day!!! Duymayan kalmasın!!! Nedir diyeniniz varsa, ecnebilerin (Amerikalılar) groundhog dediği bizim tam olarak ne dediğimizi (dağsıçanı?) bilmediğim hayvan yuvasından(çukurundan) bugün çıkarmış ve eğer çıktığında hava o gün kapalı ise kış 6 hafta daha devam edermiş; eğer güneşli ise ve hayvancağız kendi gölgesini görürse o sene kış erken bitermiş.Ve bu sene maalesef kapalı bir havada çıkmış dışarı. Gerçi bizim burda olaydı çıkamazdı bile muhtemelen :) O yüzden tahminleri Kuzey Amerika'yı mı kapsıyor, tüm kuzey yarımküreyi mi bilemiyorum. Bir de bunun filmi vardır, müthiş eğlenceli. Başrollerinde Andie MacDowell ve Bill Murray vardır. 1993 yapımı filmde Murray(Phil) bir meteorolojisti canlandırır. MacDowell (Rita) da onun haber prodüktörüdür. Beraber Pennyslvania'ya giderek ordaki Punxsutawney Phil isimli groundhogun deliğinden çıkıp hava tahmini yapmasını çekeceklerdir. İşinden mutsuz olan Phil istemeye istemeye gittiği bu röportaj sonrası evine dönmek için

Forumcu Baykuş

Resim
Dünyaya gelirken kadın olma şansınız yüzde ellidir ama dünyaya geldikten sonra kafayı gereksiz şeylere yormayan bir kadın olma şansınız çoook, çoook düşüktür! Yani etrafınıza bir bakın bakalım, alışverişle, ayakkabıyla, saçla, kiloyla, makyajla, şampuanla, ojeyle, parfümle, takıyla, vs. vs. bozmamış kaç kadın göreceksiniz. Ha belki bunlara kafayı takmamayı başarmıştır. Olur da başarmışsa inanın başka şeylere takmıştır. Geçtiğimiz iki-üç hafta genetik yapıma aykırı olmamak için ben de kafamı saçıma takmıştım. Boyayacğım da boyayacağım. Bir de bu vardır, git kuaföre yok. Evde kimsenin başaramadığını başaracağım çünkü. Kuaförleri sevmiyorum o ayrı ama bir de illa bir ele yüze bulaştırma durumu olur (Erkek versiyonu için bkz: tamirci çağırmayıp musluğu tamir etmeye çalışırken eve su bastıran erkek). Neyse ben de blogdu, forumdu okudum da okudum. Hani o derece bir bilgilendim ki evde tek başıma yapamacağım, ulaşamayacağım saç rengi yok. Saçınız kestane mi, sarı mı yapacaksınız? Önce bir a

Geçmiş zaman olur ki...

Resim
Bir kaç ay önce "Once Upon A Time" başladığında heyecanlı heyecanlı yazmışım, tutar bu, patlar bu, ay süper bu! Ve lakin 3. bölümde bıraktım ben bu diziyi :) Ama sanmayın ki sonu mutsuz biten bir yazı bu! Yok yok, gayet iyi bitecek. Dizi tatili olarak adlandırabileceğimiz fetret devrinde dizi bağımlısı bünyeyi susturabilmek adına boş boş dizi isimlerine bakarken, hadi seni seçtim Pikachu, belki bu sefer tutar diyerek, birer ikişer bölüm izlemeye başladım OUAT'ı. Ve neden bırakmışım ki diyecek kadar başarılı buldum. Gerçi arada bazı bölümlerde adrenalin düşüyor, azcık bayıyor ama genel olarak zevkle izlenecek bir dizi. Mıyık mıyık bir aşk hikayesine dönen Pamuk Prenses&Beyaz Atlı Prens ilişkisini zenginleştirmişler, kötü kalpli kraliçenin daha derinine inmişiz, Rumpelstiltskin'in "öteki" yüzünü görmüşüz vs vs. Çok şeyler olmuş ben izlemeyi bırakalı ve çok iyi ettim tekrar başlayarak. Özellikle huntsman bölümü yürek burkuyordu, snıfff... Emma karak

Been İnsan Deel meyem?

Resim
Dizi dünyası bir derya deniz sevgili okur, izle izle bitmez. Ömrünüzü yer, saatlerini heba eder ama bitmez valla! İşte bu deryada bir damla olan benim takıldığım bir diğer dizi Revenge. Önceleri yabancıdiziizle, diziport gibi yerlerde görüp, hüleen yine bi liseli diyip burun kıvırmıştım. Lakin dizilerin hepsi tatile girince, bir bağımlı olarak ben, kül tablesını yalayan/ yerden izmarit toplayan bir adam gibi bu diziyi açtım! Ama fena da olmadı, sevdim :) Emily VanCamp (Emily Thorne), Madeleine Stowe (Victoria Grayson) ve Gabriel Mann (Nolan Ross)'ın başrollerini paylaştığı dizinin konusu bundan bilmem kaç sene önce gerçekleşen bir terörist saldırının/uçak düşürmenin sorumlusu olan David Clarke'ın kızı Amanda, aslında babasının bu olayla ilgisi olmadığını öğrenir ve asıl suçlululardan intikam almak için emily thorne olarak döner. Mekanımız New york'lu zenginlerin yaz aylarında takıldığı Hamptons.   Bu ne güzel bakış öyle ya! Nedir diziyi izlenir yapan derseniz? Yüz

Büyük Güç Büyük Sorumluluk Getirir

Resim
Yıllar geçse de üstünde bu kalp seni unutur mu? Unutmazzz... Lost hala kalbimizin bir köşesinde ve orda kalacak. Sonu ne kadar kötü biterse bitsin... J.J. abimiz Fringe'i kotarırken dayanamamış bir de eskilere uzanalık, Alcatraz'a el atalım demiş. Kıısaca konusuna bakarsak, 1963 yılında Alcatraz- ABD'nin kaçması imkansız olduğu savunulan hapishanesi -bkz: the rock- kapatılırken hali hazırda orada bulunana mahkumlar pufff diyerekten kaybolmuştur. Aradan 50 yıl geçer ve tek tek dönmeye başlarlar. Bizim de gizli bir FBI bölümümüz olur böylece, bu garibanlarla ilgilenen. Gelelim yorumlara...Şimdilik 4 bölüm izledik ki zaten ilk ikisi aynı anda piyasaya çıktı. İlk bölümü hiç sevmedim. İnanılmaz kötü bir başlangıçtı. Resmen, bakınız bu biz dizi, kahramanları bu, olay bu, sizi bir dolu ilginç sürpriz bekleyecek der gibi arka arkaya olayları geliştirmişler. Nerde bu pilot nerde Jack'in gözünü açması ile daha diziye odaklanıp kaldığımız Lost pilotu! Neyse diğer bölümler bira

Allah ayırmasın

Resim
Tipik yaşlı insan tepkisidir, zaman çok hızlı geçiyor! Ama gerçekten öyle. Doğu günüme 12 gün kaldı ve şimdiden "yaşlanıyorum gün be gün" ağırlı çökmekte. Yok, yok yaş almak iyi. En iyisi ise yaş alırken baş da almak. Aslında diyeceğim "günler ne çabuk geçiyor, bir türlü yeni post giremez oldum" olacaktı ama dallandı budaklandı. Bu aralar yine kendimi dizilere verdim, zaten hemen hemen hepsi dönüş yaptı. Bazıları kısa aralar verse de hepücüğüne erişiyoruz. Toplu bir dizi postu yapmaya niyetlenmiş olsam da ayrı ayrı yapılmayı hakedenler var :p Ama haketmeyenler için... Gossip Girl: Sırf New York havası alalım, gençler neler yapıyor görelim niyetine, çoğu zaman atlanarak izlediğim bir dizi durumunda GG. Lakin son iki haftadır fena gitmiyor. Düğün müğün olayları daha bi izlettiriyor. Ancak her ne kadar araya gizem sokmaya çalışsalar da olayın sonu çok fos çıkıyor. Hayırlısı bakalım, belki bu sezon belki bir sonraki biter artık diye düşünmekteyim. Bir de düğün sahn